Epeydir yazmak istedik ama dış politika, ekonomi filan derken bir türlü yazamadık. Şimdi yazalım. Geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalında yarışmacının ve seyircilerin soruya verdiği cevabı görünce şok olduk ve çok üzüldük. Soru şuydu; 1924 ve 1961 Anayasalarında Türkiye’nin başkentinin aşağıdakilerden hangisi olduğu yazar? Cevap şıkları a) İstanbul b) Ankara c) Erzurum d) Sivas. Yarışmacı üniversiteli bir hanımdı. Bilgisinden emin olmadığı için önce seyirciye soralım jokerini kullanarak seyircilere sordu. Seyircilerin yüzde 60’ı Ankara cevabını bilemediler. Yarışmacı yine tereddütte kaldı ve çift joker hakkını kullanarak iki yanlış cevabı sildirdi. En sonunda kalan iki cevaptan biri olan Ankara cevabını emin olmadan şansına adeta yazı tura atar gibi cevapladı. Bu durum gerçekten bir utanç tablosu idi. Düşünebiliyor musunuz üniversiteli bir hanım kız Cumhuriyet kurulduğundan beri kendi ülkesinin anayasasında yazan başkentini bilmiyor, daha da vahimi seyircilerin de yüzde 60’ı bilmiyor. Gerçekten çok ama çok acı bir durum.
Benzer bir yayını yıllar önce izlemiştik. Pakize Suda sokak röportajları yapıyordu. Yolda rastladığı 25’li yaşlarda iki gençten birine sordu; “Kıbrıs Akdeniz’de midir, Karadeniz’de midir?” Genç biraz düşünüp cevap verdi; “Karadeniz’de abla.” Pakize Suda “Emin misin?” Genç cevap verdi “Vallahi eminim abla Karadeniz’de. Çünkü ben askerliğimi Kıbrıs’ta yaptım.” İşte bu kadar. Bütün bunlar toplumsal öğrenim seviyesinin çarpıcı birer göstergesidir.
Öğrenim bireyin eğitilmesinin kapılarını açan anahtardır. Eğitimin sonucu; düşünmek, analiz etmek, senteze ulaşabilmek ve yapabilirlik kabiliyet ve kapasitesini arttırmaktır. Ama düşünebilmek, analiz edebilmek ve bir senteze ulaşabilmek yetisini kazanabilmek ancak öğrenim sırasında alınan bilgilerin beyin tarafından işlenilmesi sonucunda elde edilir. Eğer beyine işleyeceği bilgileri vermez, onu düşünmeye zorlamaz iseniz tembelleşen beyin bireyin yapabilirlikleri için kısıtlı sayıda komut verir. Ye, iç, yat, kalk, uyu, fiziki olarak çalış vb. gibi. Ama düşün, analiz et, senteze ulaş, sonra yap gibi bir seri komutu veremez. Yani öğrenim sürecinde bir birey az matematik okumuşsa, tarih, coğrafya, fizik, kimya, edebiyat, dilbilgisi, felsefe, mantık, sosyoloji, astronomi, jeoloji vb. dersleri ilk ve orta öğretimde yeterli düzeyde almamışsa, az almışsa o bireyin beyni yoğun bilgi bombardımanına uğramadığı için tembelleşmeyi tercih edecektir. Yani beyin kendisini düşünmeye zorlamayacaktır. Bu durum genel anlamda ciddi bir sorun demektir.
Bizim ilk ve orta öğretim yıllarımız yani 1960’lı yıllarda ve 1970’lerin ilk başındaki senelere rastladı. Şimdi o dönemde müthiş bir öğrenim seviyemiz olduğunu görüyoruz. Örneğin Ortaokul ikinci sınıfta matematik öğretmenimiz rahmetli Hulusi Bey’in öğrettiği “İki paralel doğruyu üçüncü bir doğru kestiğinde meydana gelen yöndeş ve ters açılar birbirine eşittir.” diyen Tales teoremini, ya da “Bir dik üçgende iki kenarın uzunluklarının karelerinin toplamı hipotenüsün uzunluğunun karesine eşittir.” diyen Pisagor teoremini hala yazar hesaplarız. Ya da Lise’de Matematik’te gördüğümüz “Polinomları, Binom formülünü, trigonometri hesaplamalarını, logaritma hesaplamalarını, analitik geometriyi” hala hatırlarız. Fizik’te “konveks, konkav aynaları, hız formüllerini” ya da Kimya derslerinde Potasyum Permanganat’ın Sülfürik asitle etkileşimini yine hatırlarız. Ya da Ortaokulda Tabiat Bilgisi hocası rahmetli Nebiye hanımın verdiği tarım bilgisi derslerini, Matematik hocasının verdiği Ticaret bilgisi derslerini de hatırlarız. Şimdiki müfredatta Ortaokulda örneğin bir tarım bilgisi dersi var mı? Sanırız yok. Lisede bir jeoloji dersi var mı? Sanırız yok. Peki, çocuklarımız Tarım Bilgisi dersi ile Türkiye’nin topraklarını, tarımını, aşı yapmayı, tarımın ne kadar önemli olduğunu, Jeoloji dersi ile Türkiye’nin oluşumunu, yeraltı kaynaklarımız, zenginliklerimizi öğrenerek yetişselerdi fena mı olurdu?
EĞİTİM MİLLİ BİLGİ EVRENSEL OLMALI
İki yıl önce dönemin Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un da bulunduğu bir toplantıya katılmıştık. Toplantının konusu “2023 Eğitim Vizyonu” idi ve katılımcılara bu vizyonu anlatan kalınca bir kitap dağıtılmıştı. Toplantı sırasında kitabın ana başlıklarına bir göz atmıştık. Bir başlık şöyle idi “Eğitim evrensel olmalıdır.” Evet, aynen böyle idi. İnanamadık. Bir ülkede eğitimin evrensel olması o ülkeyi adeta bir müstemleke devleti haline getirirdi. Hâlbuki eğitim “milli” olur, bilgi ise evrensel olur. Yani evrensel olan eğitim değil bilgidir. Öte yandan bir başlık da şöyle idi; “Yabancı dille eğitim”. Bu asla kabul edilemez bir yaklaşımdı. Çünkü bir ülkenin eğitimi (öğrenimi değil) asla yabancı dil ile olamazdı. Eğitim ancak o ülkenin kendi dili ile yapılabilirdi. Çünkü eğitim dediğimiz mesele daha çocuk doğduğu andan itibaren başlayan bir süreçti. Ne yani o ülkedeki herkes yabancı dil bilip çocuklarını yabancı dil ile mi eğitecekti. Yabancı dil ile eğitim asla olamazdı, ancak “yabancı dil öğrenimi” olabilirdi. Tabii ki biz isteriz ki ülkemizdeki her birey bir değil iki-üç yabancı dil öğrensin, dünyayı tanısın. Ama yabancı dil ile eğitim dediğinizde daha baştan ülkenin eğitiminin rotasını yanlış çizmiş olursunuz. Üstelik o ülkenin dili ile eğitimin yapılması o milletin dilini de yaşaması ve gelişmesi demekti. Unutulmasın ki milletleri yaşatan en önemli unsur o ülkenin dilidir. Dil kaybolursa ulus kaybolur. Bunları o zamanki köşe yazılarımızda da yazmıştık. Şimdi belki düzeltilmiştir, bilmiyoruz. Yine bizim ilkokul dönemimizde yerli mallar haftası, Kızılay haftası, Yeşilay haftası gibi haftalar vardı ve öğretmenlerimiz bu haftalarda bize çok gerekli bilgileri aktarırlardı. İlkokulda bitirme sınavları olurdu. Ortaokulda sınıfta kalma, bütünlemeye kalma vardı. İki yıl üst üste sınıfta kalan belge alır, okuldan çıkarılırdı. Belge alıp okuldan çıkartılmak hem aileler hem de öğrenciler için çok utanç verici bir durum kabul edilir, öğrenciler belge almamak için var güçleri ile ders çalışırlardı. Ortaokulu bitirirken de bitirme sınavlarına girilirdi. Bu sınavlarda başarılı olamayanlar mezun olup diploma alamazlardı. Lisede ise yine belge almak sözkonusu idi. Lisede ayrıca mezun olup diploma alabilmek için son sınıfı geçseniz de yıl sonunda hem yazılı hem de sözlü olarak mezuniyet sınavlarına girilirdi. Yine sınıfı geçseniz bile bu sınavlarda başarılı olamadığınızda lise bitirme diplomasını alamazdınız. Bütün bunlar öğrenciyi ders çalışmaya zorlayan enstrümanlardı. Biz ilkokullarda tüm ülkede ortak giyilen okul önlüğünün ve beyaz yakasının kaldırılmasını da hiçbir zaman uygun bulmadık. Özellikle son kırk yılda ülkemizdeki vahşi kapitalizm, yani neoliberalizmin çok etkin olduğu dönemde. Küçücük çocukların marka giysilerle birbirleri ile yarışması, alamayan ailelerin çocuklarının onlara imrenerek bakması o çocukların iç dünyalarında nasıl depremler yarattı acaba? Hâlbuki tüm ülkede ortak olan o ilkokul önlüğü vatandaş olacak o çocuklardaki vatandaşlar arasındaki eşitlik duygusunun ilk aşılamasıydı. Maalesef onu da yok ettik. Hülasa günün sonunda öyle bir eğitim sistemi yarattık ki; toplumun yüzde altmışı başkent Ankara’yı bilemedi, Kıbrıs’ta askerlik yaptım abla, Kıbrıs Karadeniz’de diyen insanlarımız yetişti.
Unutulmasın, tarih göstermiştir ki; eğitim düzeyi düşük olan milletler, eğitim düzeyi yüksek olan ve bilim-yüksek teknoloji üreten milletlerin gerisinde ve etkisinde kalmaya mahkûm olmuşlardır. Ne diyelim? Sağlık olsun.
Görüntüleme Sayısı: 127